jeudi 19 novembre 2009

France – Ireland

The glorious Irish team have done it all to give us a spectacular game yesterday. They had the courage, the team spirit and the magnificent performance, and all these are stolen yesterday night by Henry.
No glory for Henry, neither for France,
And I wonder how one can justify in France the value of a hard working, value of justice and value of being honest.

Let’s give one more chance to Henry, for not being “henry”
We can ask him only one thing, justice!

Do show us your justice Henry,!!!!! Do show your justice Mr Platini!!!

jeudi 1 octobre 2009

"Cumhuriyetçi" paradigmadan "Ulusal Güvenlik" paradigmasına geçiş.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde büyük bir başarı kazanan Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin partisi UMP, seçim kampanyasını 28 Nisan 2009 tarihinde Rueil-Malmaison’da “Avrupa sizi korur, UMP de’ sloganıyla başlatmıştı. Nicolas Sarkozy’ye biat etme ve sadakat gösterme ritüeline dönüşen mitingde, Michel Barnier’den François Fillion’a, Herve Morin’den Eric Besson’a tüm konuşmacılar ‘ulu önder’ Nicolas Sarkozy’nin iktidara geldikten sonra bir yandan Avrupa’nın sorunlarına Akdeniz Birliği gibi ‘büyük projelerle’ nasıl ‘önemli çözümler’ getirerek 2005 yılındaki anayasa krizininin aşılmasını başardığını uzun uzadıya anlatıyor, diğer yandan da Avrupa’da Türkiye’ye ‘Hayır’ diyebilecek yegane siyasal aktörün Nicolas Sarkozy olduğunu vurguluyorlardı. Kitlelerin siyasal liderlerini huşu içinde dinledikleri totaliter rejimleri hatırlatan mitingde, bir yüzünde ‘Avrupa sizi korur’, diğer yüzündeyse ‘UMP de’ sloganının bulunduğu prezervatif kutularının dağıltılmasının UMP’nin özcü ve kültüralist Avrupa algısının uzantısı olarak Türkiye karşıtlığı hakkında bize birtakım ipuçları verdiğini düşünmekteyiz. UMP’nin steril bir Avrupa tahayyülünün uzantısı olarak iktisadi, siyasi ve kültürel anlamda ‘gürbüz ve yavuz’ Avrupa’yı korumak adına, Avrupa’nın kim ve ne olduğunu iyi bilmedigi ‘ötekilerle’ ilişkilerinde İslam, göç, işşizlik gibi ‘bulaşıcı hastalıklar’dan prezervatif kullanarak kendisini sakınması temasını kullanması, Fransız Halkının hayali korkularının Türkiye’nin AB adaylığı üzerinden ete kemiğe dönüşmesini sağlamış ve böylece Avrupa Parlamentosu seçimlerinde UMP’nin özellikle popülist ve radikal sağ partilerden oy kotarmasına büyük katkıda bulunmuştur. Söz konusu hayali korkularla Sarkozy rejiminin imtihanının sadece Türkiye’nin AB adaylığı üzerinden gerçekleştiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Nitekim geçtiğimiz günlerde Fransa’nın en önemli araştırma kuruluşlarından birisi olan Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) yönetim kurulu üyesi olan ve ‘CNRS’in çalışmaları bağlamında kamu güvenliği ve savunmasıyla birlikte ulusun temel çıkarları olarak tanımlanan iktisadi ve bilimsel konularda’ gözetim, istihbarat, ve hatta denetim yapmakla görevli üst düzey bir bürokrat olan Joseph Illand’ın, Ortadoğu ve Arap dünyası üzerine çalışmalarıyla bilinen IREMAM isimli araştırma merkezinden sosyolog Vincent Geisser hakkında ‘İslam, İslamcılık, Mağrep ülkeleri, Mağrep kökenli entellektüellerin Fransa’da fen bilimlerinin gelişmesindeki katkıları’ gibi ‘hassas’ olarak nitelenen konularda çalışması nedeniyle soruşturma başlatması, Fransa’da İslam’ın nasıl bir ‘güvenlik ve savunma’ konusu olarak kodlandığını göstermesi bakımından düşündürücüdür. Geisser’in İslam ve Mağrepli entellektüellerin Fransa’da bilimsel çalışmalara katkıları bağlamında devletin ‘mutlak doğrusu’ dışına çıkarak olumlu görüşler ifade etmesi ve bu görüşlerini bilimsel bir proje kapsamında yapmış olduğu bir anket çalışmasıyla desteklemesi kendisinin ve çalışmalarının bir güvenlik tehditi olarak tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. Mağrep ve Arap dünyası gibi ‘hassas’ bir coğrafi bölgede, ‘hassas’ bir nüfus üzerine, ‘hassas’ bir anket çalışmasını, ‘hassas’ bir araştırma kuruluşunda gerçekleştiren, ‘hassas’ bir araştırmacı olarak kodlanan Geisser, CNRS’in güvenlikten sorumlu üst düzey bürokratının benimsediği ‘makbul’ araştırma konularının, ‘makbul’ sonuçlarının, ‘makbul’ araştırmacısı olma kriterlerini karşılamanın çok uzağında kalarak, ‘makbul’ araştırma kuruluşunu ve onun ‘makbul’ amaçlarını tehdit eden disipline edilmesi gereken bir tehdit unsuruna dönüşmüştür. Kuşkusuz soruşturma nedeni resmi olarak bu şekilde formüle edilmemiştir. Sosyolog Geisser’in başörtülü ve Mağrep kökenli bir öğrencisinin bursunun CNRS tarafından öğrencinin başörtülü olması nedeniyle haksız bir şekilde iptal edilmesi konusunda yollamış olduğu kişisel e-posta’sının öğrenciyi destekleme komitesinin internet blog’unda yayınlanmasının ardından, devlet memuru sıfatının gerektirdiği ‘devlet memurunun susma yükümlülüğüne’ riayet etmemesi nedeniyle soruşturma başlatılmıştır. Geisser söz konusu e-postasında ‘CNRS’te güvenlikten sorumlu üst düzey bürokratın bir ideolog’ olduğunu ve holocaust döneminde ‘Yahudilerin ve Yahudilere yardım edenlerin avlanmasına benzer bir şekilde bugün Müslümanların ve arkadaşlarının avlandıgını’ belirtmesi, Geisser’in sakıncalı olarak fişlenmesini beraberinde getirmiştir. Zira bu bürokratik güvenlik kodlamasının Fransa’nın en önemli araştırma kuruluşu bünyesinde yapılması, İslam gibi ‘hassas’ konularda akademik araştırma özgürlüğünün ‘ulusun temel çıkarlarıyla’ sınırlı olduğunu ve bilimin bu çıkarlara hizmet ettiği oranda ‘makbul’ sayıldığını göstermesi bakımından da manidardır.Geisser Olayı’na kadar CNRS bünyesinde güvenlik ve savunma konularından sorumlu böyle bir üst düzey bürokratın varlığından habersiz olan akademik camianın olayı kınayıcı bir bildiriyi kamuoyuyla paylaşmasından sonra, söz konusu olayın münferit bir karakter taşımadığı ve bürokrasi tarafından ‘hassas’ olarak nitelenen bu tür konularda çalışan başka araştırmacıların da benzer şekilde ulusun temel çıkarları gözetilerek ‘ehlileştirilmeye’ ve ‘hizaya sokulmaya’ çalışıldığı anlaşıldı. CNRS’e bağlı olarak çalışan ve İslam üzerine çalışmalarıyla tanınan Olivier Roy da, benzer bir şekilde 2007-2008 yılında CNRS’in güvenlikten sorumlu aynı üst düzey bürokratından çalışmalarında İslam’ı Hristiyanlığa nazaran daha olumlu şekilde işlediği gerekçesiyle uyarı niteliğinde bir e-posta aldığını belirterek, çalışmalarıyla Fransa’da İslam konusundaki klişeleri reddeden araştırmacılara yönelik sistematik bir baskının olduğunu ileri sürdü. Bu minvalde Vincent Geisser’in de CNRS’in güvenlikten sorumlu bürokratıyla tanışmasının, aşırı sağ tarafından yoğun saldırılara maruz kalan ‘Yeni İslamofobi’ başlıklı çalışmasının 2003 yılında yayınlanmasının hemen ertesine denk geldiğini hatırlatmak isteriz. Ekim 2005’te Paris yakınlarında üç gencin polis tarafından izlendikleri korkusuyla elektrik trafosuna sığınmaları ve hemen akabinde ikisinin elektrik çarpması sonucu hayatlarını kaybetmesi, diğerinin ise ağır bir şekilde yaralanması haberinin yayılmasıyla patlak veren banliyö olaylarının Fransa’daki müslüman göçmen nüfusun entegrasyon sorununu yeniden siyasal ajandanın en önemli maddelerinden birisi yapması ve bu soruna Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra Göç, Entegrasyon, Ulusal Kimlik, Dayanışmacı Kalkınma Bakanlığı’nı kurarak cevap vermesiyle, göç ve göçmenlik konusunun ‘cumhuriyetçi’ paradigmadan bugün daha sıkı ve sert polisiye tedbirleri gerekli kılan bir ‘ulusal güvenlik’ paradigmasına kaymasına tanıklık etmekteyiz. Bu durum İslam’ın müslüman göçmenler bağlamında Fransız toplumunda hem bir güvenlik unsuru olarak değerlendirildiğini, hem de ‘çatışmacı ve uzlaşmaz’ niteliğiyle ulusal kimlik için bir tehdit olarak etiketlendiğini göstermektedir. Entegrasyon sorununu polisiye tedbirleri arttırarak çözmeye çalışmak, bazı konuları ‘devletin temel çıkarlarını’ gözeterek ‘hassas’ olarak tanımlamak, yine bu ‘hassas’ olarak nitelendirilenen konularda yapılan akademik çalışmalara müdahalede bulunmak, bunları yönlendirmek ve bu çalışmaların sadece devlet tarafından a priori tanımlanmış sonuçlara ulaştığı oranda makbul sayılması, hem araştırmanın bilimselliğini, hem de demokratik özgürlükleri tehdit etmektedir. 27 Şubat 2008 tarihinde Marsilya tren istasyonu Saint-Charles’da bir gencin polisler tarafından sıkı bir şekilde sorguya çekildiğini gören bir felsefe öğretmenin, polislere yaklaşıp ‘Sarkozy seni görüyorum’ diyerek Sarkozy’nin polisiye tedbirlerini eleştirmesi, kendisine polisin işini yapmasını engellediği için 100 avro para cezasına çarptırılmasına ve Polis Mahkemesi önünde yargılanmasına mal olmuştu. Sarkozy’nin feyz aldığı akademik özgürlükleri kısıtlayan otoriter zihniyet dünyasını yakından tanıyan genç siyaset bilimi doktora adayları olarak şunu söylemek istiyoruz: Sarkozy seni görüyoruz!


Ali Kemal DOĞAN / Ümit YAZMACI

mercredi 20 mai 2009

Fiche de Lecture

Ali Kemal Dogan
EPHE

Amon Raz Krakotzkiin, "Le retour dialectique à l'histoire"


Dans cet article, Amon Raz Krakotzkin défend l'idée que la conscience sioniste a eu une perception hégélienne de l’histoire juive en diaspora, pour légitimer une mémoire collective et pour fonder une conscience politique en Israël. Un point de vue qui va jusqu à unnégationnisme dans le sens où l'exil devient comme une souffrance, ou un passage sans valeur culturelle ou traditionnelle, destinée à une terre d’émancipation l’Israël ; c'est la fin de l'histoire juive. Selon ce point de vue, que l’auteur décrit très précisément, il n'y avait pas de vie hors de cette terre d’Israël, malgré des âges d'or qu’a connu la diaspora juive dans diverspays. Pourtant, selon l’auteur, ce négationnisme, en créant son propre cycle de légitimation, définit un nouvel Israël de « Sabra » en recommençant une histoire « réelle » créée, au lieu de continuer sa propre histoire aussi douloureuse que l’histoire de la diaspora.

Avis du Lecteur

Cette notion de négation de l’exil s’établit comme un des mythes fondateurs de la nation d’Israël. De cette manière, ce négationnisme sert à la continuité d’un passé glorieux en évacuant l’histoire moins glorieuse de « l’exil » ou bien ce dernier n’évoque pas la gloire dans le sens voulu par ces idéologues. Ce sens « politique » du terme de gloire devient une sorte de motivation, une sorte d’ambition destinée à un but précis sans aucunement considérer sa conséquence « négative ». La négation de l’exil a un autre sens plus important que le premier. L’exil n’évoque pas seulement le fait d’être vaincu mais aussi le fait d’apprendre à vivre avec l’Autre. Ainsi, on peut constater que ce deuxième sens gêne les idéologues du sionisme pour des raisons encore politiques et stratégiques.
En faisant la même « physico-analyse » de la construction d’une nation, nous voyons la même perspective en Turquie, comme en Israël. Dans la construction de la Turquie moderne, on a utilisé d’une manière parallèle ce négationnisme pour l'Empire ottoman, et sa valeur administrative ou sa perception du monde. La justification de ce négationnisme était faite par le biais de la Modernité, et non par la religion, comme dans le cas d'Israël mais, curieusement il est instrumentalisé de la même manière. On peut, donc, dans certaine mesure constater une similarité entre des idéologies et des religions.

vendredi 15 mai 2009

All You need is LAV : Madonna and Postmodern Kaballah

Ali Kemal Dogan
Ephe, Sorbonne


Huss,Boaz,"All You need is LAV: Madonna and Postmodern
Kaballah", The Jewish Quarterly Review, 95 (4),
Fall 2005, p. 611-624.


Dans cet article, l'auteur Boaz Huss analyse la transformation des thèmes et des doctrines du mysticisme juif, la kabbale, dans le monde postmoderne. Pour présenter son hypothèse, l'auteur analyse la kabbale ancienne, celle rénovée par R. Yehuda Zui Brandwien et R.Yehuda Ashlag au début de 20eme siècle et la kabbale d’aujourd’hui revisitée et réorientée par R. Philip Berg et Karen Berg. Au contraire de la Kabbale traditionnelle, Ashlag représente la kabbale comme étant une forme de socialisme en Israël dans les années 40 et non plus comme une doctrine ésotérique. Dans cette kabbale revisitée par Berg, on voit une réactualisation de la mystique Kabbaliste au monde capitaliste par sa diffusion dans la société via la technologie moderne, le recrutement de gens célèbres, et sa reformulation dans la spiritualité post-moderne, un âge où les religions établies ne répondent pas aux besoins d’individu en crise et où une religion à la carte est revendiquée.

Avis de Lecteur

On ne peut pas vraiment répondre à la question pourquoi le kabalist center recrute des gens célèbres, mais on peut à la première intuition penser sur une stratégie de diffusion ou commercialisation de la spiritualité dans le monde capitaliste. Pour autant, un autre point de vue peut nous élargir le champ d’analyse.
Ce point de vue est une analyse de pouvoir, ou plus clairement, une analyse de pouvoir spirituel et le pouvoir de « star » du monde actuel. Même si il y a plusieurs « star » de différent secteur, ce qui est prise dans ce point de vu sont les stars de musique. La musique, une élément aussi important dans rituels religieux a un pouvoir exceptionnel sur l’émotion humaine. Deux acteurs, la musicienne, et la religieux qui prend le même voie, la musique, pour allumes les émotions humaine. Par ce voie, ces deux acteurs acquerront une pouvoir relative sur les émotions humaine et à partir de certaine niveau de puissance, qui est le cas de Madonna, on arrive à une pouvoir est très similaire à celui des grands hommes religieux (ou une virtuose de Schleiermacher) ou encore dans une certaine mesure au pouvoir de dieu qui mobilise la masse publique. Madonna est une déesse médiatique qui a une place dans la sensation des gens, leur comportement et leur goût. Elle est une icône, une guide (les adjectives qui ne sont pas inconnu) et donc, consciemment ou inconsciemment elle a une puissance énorme. Pour ce raison, donc, le fait que kabbale mystique qui se sert de cette puissance est légitime, dans le sens que ce forme de puissance par musique, lui-même se trouve dans le domaine du champ religieuse.

Le deuxièmement, la transformation de la Kabbale à l’époque post moderne est aussi légitime que son usage des gens célèbre, puissante. Dans une situation ou l'individu est perdu entre la religion et la science, lesquelles se répondent partiellement à ses questions essentielles ou le individu post moderne, l’individu ne non seulement plus certain de son vie quasi sacral quasi terrestre mais dominé en face de flux d’information qui entretien ce mode de vie. Cette incertitude, est le source d’une angoisse de individu poste moderne et dans cette perspectif on peut analyser le Kabbale et tout formes de mysticisme en étant « une aspirine » a cette problème. Donc, dans une perspective économique, il y a une demande par « les malades » d’âge postmoderne et une offre par le mysticisme kabbaliste (ou bien par le spiritualisme postmoderne comme ce dernier est recapture par ce nouvel regard) qui conforte cette angoisse partiellement et donne une certaine légitimité un individu post matérialiste. Au lieu d’avoir un crépuscule de individu, le mécanisme capitaliste montre sa superpuissance, sa méthode, il y a toujours une offre pour la demande.